Parktaki Tahta Bank: Şubat 2006

Cuma, Şubat 24, 2006

Ayçekirdeği Kavgası





İşte yine gün doğdu. Henüz kalabalıklar yok sokaklarda. Ben de dün geceden sonra meraklıyım, tıpkı yeni doğan gün gibi. Keyifsiz bir akşam geçirdik hepimiz, bütün mahalle. Gerçi sonradan kuzucuklarım yine de geldiler yanıma ama hiç birinin neşesi yoktu.

Karşımdaki üç katlı evin yanında bulunan mavi beyaz, altı katlı apartmanın beşinci katındaki hanım da uyanmış. Henüz çok erken ama, balkonda oturuyor, ellerini de havaya kaldırmış bu sabah, hatta ilk defa görüyorum onu böyle, başını da beyaz, kocaman bir örtüyle kapatmış. Bazen başını örten kadınlar görüyorum, rengarenk eşarplarla kapatıyorlar saçlarını ama böyle kocaman ve beyazını, henüz genç sayılan bir hanımın başında ilk defa gördüm. Genelde yaşlı ninelerde görüyorum böylesine büyüğünü, dün akşam Emre’nin babaannesinin başında da olduğu gibi.

Bir akşam kuzucuklarım meydana çıkmışlardı da, kızıl kafa teyzeyle, onun arkadaşı sarı kafalı bir hanım bu konu üzerine tartışmışlardı, çocuklara çekirge meydanındaki çerezciden ısmarladıkları çerezlerin gelmesini beklerken. O zaman öğretildi bana bu eşarp meselesi. Bazı kadınlar dini bir emir olduğunu düşünüyorlarmış bunun. Sarı kafalı hanım söylemişti, müslümanlar başını örtermiş. Şu bizim kızıl kafa teyze de pek inat bir şey, ona şiddetle karşı çıkmıştı; islamiyette baş örtmek diye bir hüküm olmadığını, baş örtmenin tamamen geleneksel olduğunu, hatta islamiyetten çok çok önceleri baş örtmenin var olduğunu söylemişti. Müslümanlıktan daha önce yerleşmiş olan hristiyanlıkta rahibelerin başını örttüklerini örnek göstererek. Ama sarışın hanım da ısrarlıydı, ikna olmuyordu bir türlü. Hatta en sonunda kızıl kafa teyze çok daha eskilerden örnek vermişti o akşam. Hala hatırlıyorum. Sümerlilerde Aşk Tanrıçası İnanna’nın mabetlerinde fahişeler varmış, bu fahişelik o dönemde çok kutsal bir meslekmiş, onun için mabette yaşarmış fahişeler ve bu fahişeler mabedin eteklerinde, merdivenlerde, bekar erkekleri beklermiş, onları beğenen erkeklerle birlikte olurlarmış, bu bir dini hizmetmiş zamanında. Bu mabed fahişelerinin diğer kadınlardan ayrılması için de, fahişelerin başları örtülerle örtülürmüş. Sonradan da Hititlere geçmiş bu gelenek. Dolayısıyla, baş örtmek tamamen geleneksel bir hareketmiş ama sonradan nasılsa bütün ilahi dinlere de geçmiş. İşte kızıl kafa teyze o gece bunları anlatmıştı arkadaşına, neredeyse soluk almadan. Demek bayağı hiddetlenmişti. Ama meseleyi bir türlü çözememişlerdi. Ne sarı saçlı hanım kızıl kafa teyzeyi ikna edebilmişti, ne de kızıl kafa teyzenin bu açıklamaları işe yaramıştı. Ne kadar aptal şu insanoğlu. Kimi kapamış, kimi de açmış, diğerine ne, ne diye böyle gereksiz şeyler tartışırlar? Biri başını örtüyorsa, diğeri ne karışır, eğer o öyle ibadetini yerine getiriyorsa ve öyle rahatsa; veya öbürü de bunun aksine inanıyorsa; bıraksalar ya birbirini rahat, niye bu kadar üzerinde duruyorlar bu meselenin? Her ademoğlu nasıl istiyorsa öyle giyinsin, öyle inansın. Üstelik zaten hepsi bir tuhaf bunların. Bir bakıyorsun başını örtmeyen bir hanım, işte şu karşıdaki Leman hanım gibi, bazen dua ederken örtebiliyor. Neyse. Beni pek ilgilendirmiyor. Siz hiç örtünen bir ağaç gördünüz mü? Ha, tabi örtülüdür benim cinsim de, kabuğu vardır üzerinde, başka giysiye veya örtüye ihtiyacımız yoktur bizim. O ademoğlunun meselesi. Aptal ademoğlu. Beni hiç ilgilendiriyor bu mesele. İyi ki ormanda ağaçlar böyle saçma sapan kavgaya tutuşmuyorlar aralarında. Yok canım, orada bambaşka bir alem var, insanoğlununkine hiç benzemeyen; hepimizin yeterince yeri var, hepimiz yağan yağmurdan yararlanıyoruz. Topraktan gerekli gıdamızı alıyoruz, kardeş kardeş paylaşıp, kardeş kardeş yaşayıp, dönüşüyoruz. Bazen benim gibi bank yapılır bir ağaçtan, bazen de insanoğlunun ihtiyacı için kağıt. Ama bazen de yakıyorlar bizi. Buna bir son vermeliler. Bir ağaç kaç yılda yetişiyor, oysa aynı ağaç, kesilip odun olduğunda, bir evi ne kadar süre ısıtabiliyor? Üstelik bir de her yeri bina doldurduklarından yok ediyorlar bizim evlerimizi, yerlerine yenileri ekilmediğinden. Sonra görecekler nasıl çölleştiklerini. Ama henüz başlarına gelmedi ya, uzak zannediyorlar bu ihtimali. Bu insanoğlu gerçekten aptal galiba. Oysa ne kadar zavallılar; dünyayı onlar yaratmış ve onlar yöneteceklermiş gibi küstahça bir aymazlık içindeler.

Benim tenekeler yine başladılar, o ne bet ses öyle. Başka bir araba daha geçti, beyaz, polis arabalarınınki gibi, ama onlardan daha büyük bir teneke bunlar; tanıyorum artık, hem bunlar tepelerindeki lambalarını yakarken, ortalığı ayağa kaldıran bir ses de çıkartıyorlar. Hasta taşıyormuşlar içinde. Aşağıda hastane var ya, oraya götürüyorlarmış; kuzcuklarımdan duydum.

Güneş güzel ısıtıyor bugün. Hava da pırıl pırıl. Gelirler birazdan benim karıncalar yavaş yavaş. Eh, okulları tatil ya, bütün gün it gibi azıyorlar. Kah burada kikirdiyorlar, kah top oynuyorlar, futbol dedikleri. Kızıl kafa teyze çıktı apartman kapısından, bir sürü de kocaman kocaman çanta var yanında. Hayret, kendi arabasıyla gitmiyor. Sarı bir teneke gelmiş, bunları da biliyorum, taksi diyorlar. Niye bu kadın bu sabah kendi arabasıyla gitmiyor ki? Hem niye bu kadar çok ve kocaman çantalar var yanında? Her sabah elinde bir çanta olurdu, büyükçe, bir de omzunda asılı olan, daha küçük bir şey. Arabanın arkasında bir yer var, kocaman bir ağız gibi, hepsini oraya doldurdular çantaların, ama kapanmadı ağız, aralık kaldı. Emre ile babaannesi de çıkmışlar bu sabah. Bu kadın bir yere gidiyor herhalde, uzakça bir yere, bak öptü Emre’yi ve bastonlu nineyi. Henüz erken, gelmez kuzucular ki öğreneyim nedir, nereye gitmiştir kızıl kafa teyze



Ne kadar zaman geçti, insanoğlunun deyimiyle, bilmiyorum, ama ortalık iyice hareketlendi. Tenekeler vızır vızır işliyor. Üst tarafımda da bir dükkan var, kadınlar saç baş darmadağın giriyorlar, ama çıkarken saçlar şekilli çıkıyorlar. Bak o hanım da geldi açtı dükkanı. Genelde geç açar. Fazla erken gelmez.

Hah, iti an çomağı hazırla misali, dökülüyorlar benimkiler . Geldiler birkaç tanesi, yayıldılar üzerimde. Bunlar yeni yetmelerimden, büyükler gündüzleri olmuyorlar pek. Bu gelen Leman hanımın oğlu Ali. Birkaç tane Ali var mahallede, ama sanırım bu en küçükleri. İşte bücür bir tane daha geldi, Ferit. Ama Ferit boy bücürü, yoksa Ali’den yaşça büyük, Emre’yle Tarhan’ın akranı bu, en çok üçü beraber oluyorlar, oradan biliyorum. Az değil ama bu bacaksız, tam fitne fücür bit şey, ama şakasına tabii, yoksa hiç biri kötü değil kuzucuklarımın. İşte Tarhan’la Emre de düştüler kucağıma.

-Ne var oğlum, ne alınıyorsun ki?
-Bak Emre, deme bana buldog oğlum, sıçacağım çarkına bir gün, diye cevapladı Tarhan.

Aralarında bir tartışma var anlaşılan.

-Bak, bak, şu yanaklara bak oğlum, buldogsun işte.

Tarhan çok kötü bakıyor Emre’ye, bir taraftan yediği ayçiçeklerinin kabuklarını ağzından tükürürken. Yine de onca sinir arasında arkadaşlarına da çekirdek ikram etmeyi unutmuyor ama.

-N’oldu lan? Ne derdiniz var sizin?, diye Ferit araya girdi.

-Ya, git işine sen de yaaa, diye aynı sinirle onu da tersledi Tarhan.

-Ben n’aptım oğlu ya?, sorusu cevap bulamadı Ferit’in bir an.

Birkaç çocuk daha geldiler, benimkilerin arkadaşları bunlar da, ama buralarda oturmuyorlar. Başka yerden geliyorlar. Yine de çok uzak olduğunu zannetmiyorum evlerinin, sadece benim göremediğim bir mesafede galiba.

-Buldog, n’olucak, deyince Emre, Tarhan ağzındaki çekirdek kabuklarını Emre’nin yüzüne tükürmeye başladı. Emre de az değil ki, kalktı yerinden, ne kalkması, fırlamasıyla Tarhan’ın yüzüne bir kafa atması bir oldu. Ne yapıyor bunlar Allah aşkına bugün? Ne oldu kuzucuklarıma? İyi ki diğer arkadaşları da buradalar da, ayırdılar. Aman, o da ne? Tarhan’ın burnu kanamış. Bunu gören Emre yaptığına pişman oldu, belli yüzünden ama yiğitliğe de leke sürdürmeyecek ya, hiç oralı olmayıp, tepeden tepeden erkek erkek bakıyor. Al işte, o haline rağmen Tarhan da altta kalacak değil ya, işte yine girdiler birbirlerine, diğerleri atıldılar ama, daha ileri gitmesine izin vermediler kavganın.

İkisini ayıran çocuklar iki ayrı grup oluşturdular ve Emre’yle Tarhan’ın oturduğu apartmana doğru yürümeye başladılar. Vazgeçtiler. Yok, yok, bir grup devam ediyor, Tarhan’ı da almışlar yanlarına, işte girdiler içeriye, diğerleri Emre ile birlikte tekrar geldiler buraya.

-Oğlum biliyorsun kızdığını, niye üstüne üstüne gidiyorsun sen de?, diye sordu Ferhat.

-Ne var len bunda kızacak? Sana da neler söylemiyor muyuz? Buldog suratlı ne olacak, diye Emre üstün gelme çabasını sürdürmeye çalışıyordu, ama ses tonlarını biliyorum artık, rahat değil.

İyi ki insan değilim, yoksa ölümüme sebep olurlardı bu veletler benim. Yüreğime inerdi evet, mahallenin magandasından öğrendiklerini uygulaması kuzucuklarımın!

Pazartesi, Şubat 13, 2006

Kızıl Kafa Teyze





Gece dediği zaman diliminde seyahatteyiz insanoğlunun. Ortalık sessiz, sakin diyeceğim ama bu diyeceğime de pek uymuyor ya! Aslında kuzucuklarım yoklar, cıvıltılarına hasretim, insanoğlu terki diyar eylemiş gibi adeta desem, o da değil, çünkü bu sefer de o koca teneke kutuların içindeler, hani şu çalışırken homurtular çıkaran, insanoğlunun otobüs dediği, onların ayaklarının kendilerini taşımada yetersiz kaldığı mesafelerde kullandıkları, sesli teneke kutular. Yalnız bu teneke kutuların her yeri teneke değil, şeffaf pencereleri de var, oturan insanların kafalarının göründüğü, işte o pencerelerden bakıyorlar etrafa da öyle görüyorum teneke kutulardaki insanoğullarını, o canavar düdüğü gibi öten teneke canlarda.

İşte bir tane daha geliyor olmalı. Kendi görünmese de henüz, motor denilen canları öyle bir ses yayıyor ki acunun lacivert yüzünde, değil ben köşe başında, ta sokağına diğer ucunda bile kediler, köpekler duymuştur da saklanacak delik aramışlardır homurtusundan tenekelerin. Bak aklıma neler de getirdi şu tenekeler: Acaba onların canları da beni algılayabiliyor mu? Algılamış olsa ne düşünürler ki? İki yolun birleştiği noktada bir adacık yeşillendirilmiş, onun üzerine de tahtadan bir bank yerleştirilmiş, insanlar bir nefeslik, veya duman içimlik durabilsinler, diye. O nedir öyle anlamıyorum. İnsanların parmaklarının arasında, kah ağzında bir çubuk, fakat çubuğun teni bizden, iyice beyazlatılmış, ama belli ki içi bizden değil, bizden olsa çıra gibi yanacak çünkü, evet, içi başka bir maddeden ki, daha farklı yanıyor bir ağaç parçacığından. İnsanlar ne anlar yanan bir şeyi solumaktan anlayamadım; benim gibi odunun anlayabileceği bir şey değil bu anlaşılan. Teneke kutular, acaba onlar biliyor mu şu ademoğlunun yanan şeyi solumasının sebebini?

Geldi işte. Yine zorlanarak çıkıyor, tam rampaya geldi. Başı örtülü bir kadınla şoför, tam şoför kapısının önünde duruyorlar. Niye oturmamış ki bu kadın, araba bu rampayı tırmanırken? Bak, nasıl da sıkı sıkı tutunmuş şoförün arkasındaki boruya? Ne konuşuyordur acaba? Hastası mı vardı acaba, hastanenin önünden otobüse bindiğine göre? Yoksa şoförün bir tanıdığı mı? Neyse. Geçip gittiler işte. Yine bir başıma kaldım.

Arkamdan bir tıpırtı sesi geliyor. Bu kötü bir ayak sesi değil, belki de benim kuzucuklarımdan bir tanesidir, gelir de yayılır yine kucağıma, bir taraftan arkadaşlarını bekler, bir taraftan ıslık çalar çocuklar onu duysunlar da, çıksınlar, diye. İşte, Tevfik diyorlar buna. Konuşurlarken duydum, Tevfik çocuğun dedesinin adıymış; küçük Tevfik doğduğunda babası, kendi babasının adını vermiş Tevfik’e. Ama küçük Tevfik hiç tanımamış dedesini.

Evet, o işte. Boylu poslu, tam iri kıyım, hatta belki de mahalledeki ufaklıkların içinde en iri yarısı bu olmalı. Ama küçücük aslında, evet, bir çoklarından daha küçük yaşı. Babası da öyle fazla uzun değilmiş, ama dedesi uzun boylu bir ihtiyarmış, hatta o kadar uzun boyluymuş ve babaannesi de o kadar kısa boyluymuş ki, dedesi eğilmekten kambur olmuş, anlatmıştı arkadaşlarına bir yaz gecesi yine böyle. Bu diğerlerinden daha sessiz, yaygaracı değil onlar gibi. Oturur bekler şimdi öbürleri gelinceye kadar. Fazla sürmez ama, tarla fareleri gibi çıkarlar inlerinden benim kuzucuklarım da şimdi, eli kulağındadır.

İşte, iti an çomağı hazırla misali, bak dökülmeye başladılar. Emre’yle Tarhan geliyorlar. Onlar aynı apartmanda oturdukları için, Emre herhalde yukarıdan aşağıya indiğinde Tarhan’a da uğruyor ki, birlikte geliyorlar. Tarhan eline gitarını da almış, şarkı söyleyecek gene, şenlik var bu akşam. Komşular da çıkar artık balkonlara, kuzucuklarıma eşlik etmeye. Bu çocuk müzisyen olacak herhalde, hani derler ya, bacak kadar bok daha, ama ne de güzel çalıyor o gitarı. Aslında ben bilmezdim önce gitarın ne olduğunu, ama ne çok şey öğrendim bu mahallede bu minicik büyük adamlarımdan.

Kara bir kafa daha belirdi, Emre’lerden bir önceki apartmanın merdivenlerinde. Yok, yok, bir değil, iki kafa geliyor. Biri ufak tefek, diğeri biraz daha boyluca. Zaten ufak tefek olan esmer, ama boyluca olan kumral. Onlar da buraya geliyorlar herhalde. Ama bunlar kuzucukların akranı değiller, daha büyükçeler, delikanlı dediklerinden. Yine de, ne güzel anlaşıyorlar hepsi birlikte, kocaman bir ailenin çocuklarıymışçasına.

-Hooop millet, şenlik mi var akşam? dedi boyluca olanı, adının Ali olduğunu bildiğim.

-He, toplanıyoruz işte ya, Tarhan biraz gıy gıy yapar, biz de çengi oluruz abi, hadi siz de seyirci olun bari, dedi fırlamalığıyla bilinen Emre.

-Bana bak len, söylerim halana ama, ne bu ağız böyle? Duymasın valla, dedi Ahmet, Alin’nin yeğeni.

-Söyle valla, ama peşinden senden öğrenmiş demeyi de unutma istersen, diye döküverdi incilerini Emre.

-Yaaa, neydi o öyle lan? Hiç esirgemedi ama, yapıştırıverdi senin kızıl kafa Akif’e ha! deyince Ahmet dayanamayıp, Ali de çorbaya bir tutam tuz attı,

-Baban da iyi benzetmiş Akif’i ha! Dua etsin gündüz saatiydi, biz yoktuk, valla anasını ..
-Hop hop hop hoooop, kendine gel oğlum, duymasın kızıl kafa seni, çocuklarıma kötü örnek oluyorsun diye parçalar valla oğlum, Akif’ten alamadı hıncını, sadece küfür edebildi, senden çıkartmasın acısını, diye gülerek ikaz etti Ahmet yeğenini.

Ne güzel gülüşüyorlar, alaya alıyorlar gündüzki kavgayı kendi aralarında. Maganda çıkmasa bari diyeceğim ama bu gençler varken çıkamaz zaten, sadece küçüklerime yeter onun gücü. Bak, sesi çıkıyor mu kaba adamın? Büyükleri var diye küçüklerin yanlarında, perdelerini bile açmıyor.

-Gençler, biz bir meydana çıkalım, geliriz beş on dakkaya kalmaz, hadi siz başlatın alemi biz gelinceye kadar, diye dayıvari konuştu Ali.

-Ya, gene mi sigara alacaksınız? İçmeyin şu zehiri ya! Oturun işte bizimle beraber. Hem Akif de çıkmaz sizi görünce, dedi Tarhan.

-Akif’in sağlam yeri kalmadı ki çıksın oğlum, diye övündü Emre babasıyla.

-Hadi, hadi dayılanma len, kızılkafayla baban olmasın da göreyim ben seni bakalım, dedi Ali Emre’nin havasını biraz söndürmek için.

-İlişme len çocuklara. Bırak övünsünler. Akif bu sopayı yiyecekti, belliydi zaten de, kimin kısmeti olacağı belli değildi. Hadi, biz gelinceye kadar sessiz sessiz oynayın siz bakayım bebeciklerim, dedi Ahmet kıkırdayarak. İki yeğen ayrıldılar parkımızdan. Ama fazla sürmez dönmeleri. Arkamdaki patikadan Çekirge meydana çıkıp, tüttürgeç alacaklar anlaşılan.

İşte birkaç tanesi daha geldiler. Ne güzel, hiç yalnız kalmıyorum onlar sayesinde, hiç boynum bükülmüyor, odun parçası tenim onların sıcaklığından mahrum olmuyor, şenliklerinden uzak olmuyor. Şu benim yaşadığım mutluluğu yaşayabilen kaç varlık vardır acaba? Ya da, yaşadıklarının farkına varan? Ya, bu zaten işte! Farkına varan!

İşte Tarhan gitarını aldı eline, başladı tıngırdatmaya. Ne güzel eğleniyorlar yeni yetmelerim. Balkonlar da dolmaya başladı. Hele şu arkamdaki sarı apartmanda balkona yerleşen bey de benim gibi ve kızıl kafa teyze gibi bayılıyor bu yeni yetmelerin böyle gitar ellerinde, şarkılar söylemelerine. Biraz sonra mola verip, süt de almaya giderler birkaç tanesi. Hepsi de süt seviyor bunların. İki üçü bir olup gidiyor bir alt caddedeki markete -buraya ilk getirildiğim gece fark etmiştim bir alt caddede market olduğunu, o gece de dinlenme molası verdiklerinde Emre’yle Ahmet, Emre gidip hemen bir alt sokaktan bir şişe süt almıştı da içmişti dinlence sırasında- torbalar dolusu, şişeler içerisinde süt alıyorlar, her biri birer şişe içiyorlar, diğer büyükleri hariç, hatta Emre futbolcu olduğundan iki şişe içiyor, birini sütleri getirirken yolda içmeye başlıyor, diğerini de yanıma gelip de üzerime sere serpe yayılınca açıp içiyor.

Bu da ne! Polis arabası diyorlar buna. Daha küçük teneke kutu bu, rengi de beyaz, üzerinde de mavi ışık yanıp sönüyor. Çocuklarımı kovalıyorlar, evlerinize diye, burada oynayamayacaklarını, şarkı söyleyemeyeceklerini, haklarında şikayet olduğunu ifade ediyorlar. Bu niye ki şimdi? Eyvah! Maganda da çıktı. Demek o şikayet etti kuzucuklarımı. Aşağıdan birileri daha koşuyor! Kızıl kafa teyze, onun bastonlu annesi, yetmişlik nine, Murat’ın babası, küçük Ali’nin babası, ortalık curcunaya döndü. Hepsi bağırışıyorlar.

-Kimdi o piç? Söyle, diye bağırınca maganda, dayanamadı kızıl kafa teyze de patladı işte artık.

-Yanımda mıydın piç olduğunu biliyorsun pezevenk?, deyince kızıl kafa teyze, kızılca kıyamet koptu işte bak, bu polis dedikleri ona sataşmaya başladılar.

Ama neyse, her şey yolunda sayılır hala, çünkü bütün komşular polise ve magandaya yüklendiler, hepsi kızıl kafa teyzenin arkasında, onu yalnız bırakmıyorlar. Hele kızıl kafa teyzenin annesi olan nine polislere bastonunu sallayınca, maganda bile geri kaçtı.

Polisler gitti, maganda da evine girdi, ama kuzucuklarımın da neşesi kaçtı. Ne gereği vardı gizli gizli perdenin arkasından kuzucuklarımı polise şikayet etmenin? Kime ne zararı oldu ki karıncalarımın? Ne yaptılar? Bir mahallenin yavruları olarak, kavga etmeyip, şarkı söylemek mi suçları? Bir mahallenin yavruları olarak, esrar batağına batmayıp, süt içmeleri mi suçları?
Ya bu memleketin polisine ne demeli? Keyfim kaçtı.

Çarşamba, Şubat 08, 2006

Mahallenin Magandası





Mahallenin Magandası

Bursa’nın mutena bir semtidir burası. Çok insan imrenir burada yaşamaya, sanki burada oturduklarında alınları daha bir ak olacakmışçasına, sanki boyları biraz daha uzayacakmışçasına, imrenir dururlar burada yaşamaya, onun için de birkaç yıl içinde bile bir sürü kiracı geldi gitti mahallemizden. Oysa bilmezler ki insanlar, magandalık her yerde aynıdır, Üniversite bitirmekle de magandalıktan arınamıyor insanlar, işte bizim de mahallemizin böyle bir magandası var. Bir karısı, bir de kendisi yaşar evinde, çocukları yoktur, hatta bir hayvan bile beslemezler, yalnızlıklarına yoldaş olsun diye. Bütün mahalle genelde uzak durur bu adamdan, alnında yazmasa da magandalığı, gözünden okunur adamın ne olduğu, bakışından ele verir adam kendini, davranışları magandalığına şahittir. Yazık ki, çok iyi bir aileden gelmekteymiş, konuşanlardan duydum. Hep çocuklarıma musallat olur bu maganda, hiç rahat vermez onlara, çocuk olduklarını düşünmez, zaten tek derdi de çocuklar değil ki magandamızın, konu komşuyla da geçinemez, herkesi rahatsız eder, toplu yaşama özürlü maganda.
Neyse. Bakın benim çocuklarım top oynuyorlar üst caddede. Bursa Belediyesi çocuklara bir oyun alanı tahsis etmediğinden, nasıl olsa mevsim de yaz olduğundan, tabi yaz olunca gelen geçen araba fazla olmadığından, benim delikanlılar futbol oynuyorlar caddede, her akşamüzeri yaptıkları gibi. Daha yeni yeni yetişiyor bunlar, çoğunun daha bıyıkları bile terlememiş, bildiğin çocuk, sadece iki, üç tanesi biraz daha kabaca, en küçükleri oniki-onüç yaşlarında, sıra sıra, boy boylar, sadece o iki veya üç tanesi yirmi var gibiler, ama bir görseniz hepsini bir arada, hepsini bir ailenin çocukları sanırsınız, ne güzel otururlar da kikirderler hep birlikte, aralarındaki yaş farkını unutarak. Bazen de şarkılar söylerler, kimisi enstrüman da çalar, mahalleye müzik ziyafeti çekerler de, mest olur burada yaşayanların hepsi kuzucuklarımı dinlerken.
Ne güzel, keyifle izlerim ben onları her akşamüzeri böyle bağıra çağıra top oynadıklarında. Şimdi de öyle hissediyorum işte, hani neredeyse, mümkün olsa, yaşıma başıma bakmadan, tahtadan bir bank olduğuma unutup, ben de katılacağım aralarına da, ben de coşacağım onlarla birlikte, kendimden geçeceğim onlar gibi, sanki ayaklarım varmışçasına.


Mahallemizin magandası çıktı evinden, arabasına doğru yürüyor, arabasına doğru giderken de pis pis bakıyor kuzucuklarıma, sanki kendisi hiç çocuk olmamış gibi. Eyvah, yine dalaşacak çocuklarımla, yine ürkütecek miniklerimi, henüz erken olduğundan, büyükler de yok yanlarında.
- Ne gürültü yapıyorsunuz lan? Babanızın çiftliği mi burası? dedi Maganda
-Biz gürültü yapmıyoruz ki ya, sadece top oynuyoruz, dedi Ferit.
-Defolun lan burdan, görmesin gözüm sizi. Zaten geçen gün aynam kırılmış, siz yapmışsınızdır bunu da, bu mahallenin piçi değil misiniz?
-Piç olduğumuzu nerden biliyorsun? Anamız belli, babamız belli, aramızda yabancı da yok, hepimiz bu mahallenin çocuğuyuz, dedi ellerini beline koyarak, futbolcu olduğundan efelene efelene Emre.
Çocuğun üzerine doğru yürümeye başladı Maganda.
-İndir lan o ellerini, bana mı dayılanıyorsun sen, it? dedi Maganda
-Ne dayıyım, ne itim, sen kaç yaşında adamsın, bize örnek olman gerekirken, ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu senin? dedi Emre, kimsenin ondört yaşında bir çocuktan beklemediği bir olgunlukla.
-İndir dedim sana o ellerini lan, diye gürledi Maganda ve Emre’yi itti. Sarsıldı Emre, sporculuğuna çok güvenerek efelenmişti ama, karşısındaki adam da tam ayı gibiydi, alt edemeyeceğini anlamıştı anlamasına ama yiğitliğe de leke sürdürmek istemiyordu ve arkadaşlarının arasında sonradan alay konusu olmamak için, bir türlü geri adım atmıyordu.
Bir adam yaklaştı yanlarına, kumral, biryetmişbeş boylarında, görünürde kendi halinde gibi duran, ama belli ki tanıdıktı, bütün çocuklar etrafını sarmıştı ‘Berk amca’ diye. ‘Berk amca’, magandanın oğlunun göğsüne vurarak ittirdiğini görmüştü aşağıdan gelirken.
-Ne oldu birader, bir şey mi var? diye sordu Berk amca
-Sen git işine be, deyip, onu da göğsünden itelemeyi geçirmişti ki aklından maganda, ellerini daha uzatmakta iken, üste üste, nereden geldiğini anlamadığı birkaç yumruk yedi ve ne olduğunu anlamadan, Berk amcanın altına serilmişti bile. Bu arada mahallemizin kuzucukları da Berk amcadan aldıkları kuvvetle, yerde yatan adamı tekmelemeye başlamışlar, yıllardır içlerinde kalan öçlerini almaya başlamışlardı. Maganda yere serildi kaldı, kalkamadı bile. Bütün bu olaylar sadece birkaç saniye içinde olmuş, dakika bile sürmemişti yaşananlar.
Okkalı bir dayaktan sonra bütün çocuklar sığırcık yavruları gibi bir andan uçup gittiler sokaktan, sanki hiç kimse olmamıştı sokakta, sanki onlar magandayı hiç tekmelememişlerdi, ama birkaç tanesi Emre’lerin apartmana daldı, Berk amca da beraber.
Bomboş kaldı etrafım. Sadece magandanın karısı koştu yardıma, ama maganda ya adam, karısına da bağırınmaya başladı, buna rağmen aldırmayıp kadın, ince, narin vücudundan beklenmeyecek bir azimle asıldı
kocasının uzattığı kolundan da kaldırdı magandayı yerden. Magandanın gözü patlamış, yüzünden bir yerlerden de kan akıyor, ama neresi olduğunu kestirmek pek de kolay değil. Kolunu da göğsüne bastırmış, galiba kolu mu kırıldı ne? Ah bir dilim olsa da, karşısına geçip bir oh çeksem şu serseme, ne zamandır nasıl da hak etmişti böyle bir dayağı, hem de minicik çocuklardan, Berk amcalarının koruması altında, handiyse bir meydan dayağı yemeyi. Ah bir bacaklarım olsa, canlansam, koşsam da ben de kuzucuklarım gibi bir tekme atabilsem bu şehir magandasına, ah ne çok isterdim bunu, ama olsun kuzucuklarım benim yerime de, iyice bir tekmelediler onu. Çoktan hak etmişti o bunu, zaten bugün olmasa da komşulardan birinden bir gün mutlaka bir dayak yiyecekti ya, insanlar sadece dişlerini sıkıyor, savuşturmaya çalışıyorlardı bu belayı başlarından, polislik, mahkemelik olmasınlar diye. Eh, bir gün birileri kucağıma oturup muhabbet ederlerken duymuştum, dayak olmadan, yaralama olmadan ve ölüm olmadan polis gelmezmiş bu memlekette, yönetmelikleri öyleymiş. Ancak vukuat olacak, belki de bu şehir magandası çocuklarımdan birinin üzerine yürüyüp, bir yerlerini incitecek, veya daha önce yaptığı gibi arabasını üstlerine sürecek, çocuklar da kaçarken biri düşüp, arabanın altında kalacak da, ondan sonra polis gelecek.
Bu da devletin mevzuatı işte, ölmeden çare bulunmama üzerine kurulu.
Yaralanınca veya ölünce polis gelebilir; ama bir de komşuysanız eğer böyle, polis de gönül alır gidermiş vukuat olmadığı sürece.
Dayak faslından sonra kimsecik kalmadı sokaklarda. Sanki yer yarıldı da içine girdiler kuzucuklarım.Sokağımız bir anlık bir ıssızlığa büründü, gelip geçen araba seslerinin dışında. Nerelere saklandılar acaba? Akşama çıkarlar herhalde ortaya. Magandanın karısı arabalarını çıkartmış park yerinden, kocasını da yanına oturttu, polise mi gidiyorlar ne? Acaba kuzucuklarıma bir şey yapar mı polis? Ama görgü şahidi var mı ki? Kim şahitlik eder böyle bir mahalle ayısının lehine? Hiç sanmıyorum kuzucuklarımı ele vereceklerini mahalle sakinlerinin. Ama belli mi olur, bazı kendisini bilmezler, çocukların gürültüsünün kesilmesine sevinenler de çıkabilir, bir iki tane de olsa.
Ne kadar zaman geçti acaba? Magandayla karısı geri geldiler, yine karısı şoför mahallinde, maganda yanında. O da ne? Adamın kolu bir bezle sarılmış ve başka bir bezle de boynuna asılmış.Adam inince arabadan, karısı yine arabasını benim üst tarafımdaki cadde üzerine park etmeye götürdü. Kuzucuklarım hala yok ortalarda, çillik yavrusu gibi dağıldıklarından beri, mahallede araba sesleri dışında in cin top oynuyor.
Adam içeri girmemiş, karısının arabayı park etmesini beklemiş, hala kapının önünde bekliyor. Hay allah, bu bağırış da nesi, yine magandanın sesi geliyor, dana böğürtüsü gibi. Karşı evlerden bir kadın da, ona bağırıyor. Aman, aman, ne bağırması, küfrediyor kadın.
-Nereden biliyorsun piç olduğunu pezevenk? Yanımda mıydın? Utan utan, boyun posun devrilsin senin, utanmadın mı el kadar çocuklara el kaldırmaya? Rezil!, diye veryansın ediyor, kızıl kafalı teyze.
Adamın dilinin kemiği yok, küfür üstüne küfür savuruyor; o da ne kızıl kafa teyze onu bastırmış, maganda içeri kaçtı, baktı pabuç pahalı, baktı kızıl kafa ondan ala küfür yarışında, baktı konu komşu balkonlara çıktı, yemedi magandanın yüreği galiba, dar kaçtı evine.

Ağzına sağlık teyzem, valla dinsizin hakkından imansız gelir misali, ancak senin gibisi gelir, bu terbiyesizin hakkından. Aaa, Emre’nin evi bu, o da Emre’nin halası galiba. Pek neden olduğunu kestiremedim ama, bütün çocuklar anne, baba diye seslenirken, Emre’nin hep hala veya babaanne diye seslendiğini duyarım, demek Emre onlarla yaşıyor. Babasını gördüm bugün de, annesini görmedim bu çocuğun, kuzum, öksüz galiba.

Bu kadın bayağı eli maşalılardan galiba, gözünü budaktan sakınmadan basıyor küfürü. Helal olsun valla. İşte sonunda kaçırdı magandayı evine. Ama kuzucuklarım da çil çil dağıldılar bu arada. Nerelere saklandılar acaba? Hiç biri yok ortalarda. Koca adam utanmıyor çoluk çocukla uğraşmaktan. Ne menem bir dünya bu insanların yaşadıkları, aklım ermiyor ki.
Oysa bize bir baksalar, kuzu kuzu geçiniriz ormanlarda, bazen dallarımızı birbirimizi uzatarak, kardeş kardeş. Kesecekleri zaman bizleri, hiç itiraz etmeden uzatırız boyunlarımızı, bize yeni bir hayat verecekler diye, yaşlandığımız için seviniriz de üstelik, yeni bir bedende, yeni bir hayat yaşayabileceğimiz için. Ama bu insan denen varlık bir muamma. Anlamak mümkün değil bunları.
Büyük gürültüden sonra herkes evine çekildi yine. Kimsecik yok ortalarda. Kuzucuklarım da kim bilir hangi deliğe saklandılar. Araba motorlarının gürültüsünden başka ses yok yine. Onların da gürültüsü az değil ya zaten. Neden bu kadar seslidir bunların motor dedikleri canı anlamam? Sanki sessiz sedasız nefes alamaz, yaşayamazlar gibi, gümbür gümbür gümbürdetirler ortalığı. Bir çoğu yapmaz da bunu, en çok şu büyük arabalar yapar. Onlar da yaşlı da, diğerleri daha mı gençtir ne? Belki de ondandır yaşarken çıkardıkları ses farklılıkları. Kuzucuklarım birkaç saat görünmezler artık ortalarda.
Yine boynu bükük kaldım işte. Her biri çekti gitti bir yerlere. Herhalde evlerindedirler şimdi. Birkaç saat görünmezler ortalarda. Biz insanlara göre cansız, ama aslında onlardan farklı olarak canlı maddeler için saat mefhumu yoktur, onun için de günün hangi saatindeyiz, akşama ne kadar var kestiremiyorum. Bu saat mefhumunu da insanlardan öğrendim yine. Onların çok işi oluyor bu saat dedikleri zamanla. Oysa zavallı şeyler farkında değiller zamanının sonsuz olduğunun. Onu bölmüşler gün içinde bir çok parçaya, o parçacıklar arasında koşturup duruyorlar. Anlamak mümkün değil ne yaptıklarını ya, o da onların yaşamı işte. Benim için aydınlık var, karanlık var, birinde oksijen üretirdim, diğerinde ise tüketirdim, henüz toprakla birbirimize bağlıyken. Şimdi ise o da yok. Ancak kimseler olmadığında, ortalık sessizleştiğinde anlayabiliyorum gün ve gece olduğunu. Benim bir işime yaramıyor bu ama, kuzucuklarım gelmiyorlar gece dedikleri zaman tünelinden geçmekte olduğumuzda, onlar uykuda oluyorlar o zaman. Ben de biraz daha yaşlanıyorum, eskiyorum onların bu gece dedikleri zaman diliminde.

İşte kuzucuklarım çıkmaya başladılar ortaya, işte birkaç tanesi etrafına bakına bakına geliyor, birazdan karınca sürüsü gibi doluşurlar buraya. Maganda yine çıkmasa bari, çıkmasa da kuzucuklarımı ürkütmese. Ne çok alıştım onlara, varlıkları beni yaşatıyor adeta. Olmadıklarında ise boynum bükük kalıyorum, sanki öksüzmüşçesine. Ah, bir dilim olsa da anlatabilsem bütün bunları onlara. Onlarla yaşadığımı, onlarla şenlendiğimi, acılarını acım edindiğimi, coşkularını mutluluğum kabul ettiğimi. Ama ben anlatamasam da onlar bilirler benim onlarla ne kadar mutlu olduğumu. Üzerime öyle gerine gerine uzanışları var ki bazen, sanılır ki evlerindeler veya analarının kucağındalar. Onlar mutlu benim varlığımla. Benim keyfimiyse hiç sormayın!




Parktaki Tahta Bank

Burada benim ilk öykü kitabımın çalışmasıyla karşılaşacaksınız. Kitabımın adı Parktaki Tahta Bank, yukarıdaki başlıkta da göreceğiniz üzere ilk öykümün adı da bu. Burası çok hareketli bir sayfa olmayacak, çünkü ancak yeni bir öykü yazdığımda ekleme yapacağım. Bir gün, o tahta sıranın, o küçücük parktan alınıp götürülmesiyle de son bulacak öyküm.

Umarım keyifli okumalar olur sizler için.





Parktaki Tahta Bank

Çoğunuz görmezsiniz bile beni, yanımdan geçer gidersiniz. Kah oturup dinlenirsiniz üzerimde bir nefeslik, yürek çarpıntılarınız duruncaya, kan basıncınız normale dönünceye, ayaklarınızın aşırı yük taşımaktan ağırlığınızın altındaki ezilmişliği geçinceye kadar, kah can sıkıntısından bir tekme atarsınız, canınızın sıkıntısının öcünü benden alırcasına, sanki ben sizin derdinizin sebebiymişimcesine, hırpalar da beni, öyle geçersiniz yanımdan. Hiç sorgulamazsınız ben sizin aranızda neler yaşadım, sizlerle geçirdiğim bunca yıl içinde, hangi yaralarınıza merhem oldum, hangi sırlarınızı sakladım, hangi yorgunluklarınızın limanı oldum; ne kadar zamandır buradayım, buraya nasıl getirildim, nereden getirildim, kimler getirdi; hangi kavgalarınıza şahit oldum, hangi mutluluklarınızı paylaştım sizlerle; kışların ağır ve bol karlı geçtiği zamanlarda, üzerimdeki günlerce kalan karın etkisiyle, kar suyunun nasıl içime işlediğini, bu suyun yol bulurken bedenimde nerelerimi oyduğunu, beni boyamadıkları için, nasıl giysisiz, çıplak kaldığımı ve bu çıplaklığım sonucunda, oramın buramın nasıl çatladığını; her bahar gelişinde benim de sizlerle birlikte nasıl coştuğumu, sizi ağırlamaktan ne büyük bir haz aldığımı, aranızdan bazıları kucağıma oturduğunda, hizmette kusur etmemek için, nasıl emre amade beklediğimi, sizlere hizmet edebildiğim sürece nasıl adeta başımın göğe ağdığını hiç bilmezsiniz, çünkü anlatım özürlüyüm ben.

Artık ömrümün sonuna geliyorum yavaş yavaş, veda vakti yaklaşıyor usulca. Bunca zaman çıplak bedenimi yağmur yıkadı, güneş ağaçların arasından yol bulup, süzüle süzüle uzanıp, ıslaklığımı kuruttu. İçinizden bazıları oramı buramı kesti, oydu kiminiz her yerimi çentik çentik, şeklim bozuldu, kel bir horoz gibi görünüyorum artık, köhnemiş, yılgın, umutsuzcasına, bomboş ve yaşlı, boynu bükük, işe yaramaz, vaktini doldurmuş bir ihtiyar.

Yanılmamışım. İşte Bursa Büyükşehir kamyonundan işçiler iniyor. Demek vakit beklediğimden de erken gelmiş. Bahar geldi ya, şehri makyajlama kampanyasına ben de dahil edilmişim besbelli. Kamyonun kasasında bir çift yeni bank duruyor, modelleri benden oldukça farklı, bu yeni bin yılın modelleri böyle oluyor demek. Ben de antika sınıfına giriyorum herhalde artık, gençlerin tabiriyle, moruklar sınıfına. Çok yerde kalmamıştır zaten benim gibileri. Bu yenilerin kolçakları iki taraflarında metal dairelerden oluşuyor, arkalıkları da yok. Bu tarafımı ararsınız işte, ben sizleri tam kucaklıyordum, sırtınızı da bana veriyordunuz da, omurganızın yükünü bir müddet için sizden alıp, ben taşıyordum, ama bu yeni modellerde, destek yok, onlara yaslanamayacaksınız; gördünüz mü bak, üzüldüm şimdi, yarım yamalak dinlenebileceksiniz. Ama buna rağmen bir olumlu yanları var, iskeletleri benden daha dayanıklı görünüyor, daha uzun zaman size hizmet edebilirler, metalden olduklarından. Ama robot gibi bunlar; metal olduklarından, oturduğunuzda bir soğukluk hissedeceksiniz, güzel tarafı ise aranızda bazı magandalar bunların orasını burasını oyamayacak, bana yaptıkları gibi.

İşçilerin kamyonun kasasından indirdiği iki bank süzüm süzüm süzülüyor, kurum kurum kuruluyorlar, gençliklerinin getirdiği yaşam açlığıyla, henüz farkında değiller hayatın ne kadar acımasız olabileceğinin, onları bile eskitebileceğinin, boyanmazlarsa eğer.

Birkaç yıl önce buraya ilk geldiğim geceyi hatırladım. Çekirge meydanında, otobüs durağının yanıbaşında, kaldırımın üzerinde boylu boyunca yatıyordum. Otobüs durağının yanıbaşında olduğumdan, hiç yalnızlık çekmemiştim; hiç boş kalmazdı kucağım ve çevrem. Bazen durakta otobüs bekleyenlere açardım kucağımı, duraktaki bankın üzerinde oturacak yer kalmayınca, bazen gece içip içip sarhoş olmuş ve ayakta zor duranlara, bazen de köşedeki tavukçunun, hani şu adı gıt gıt olan, aslında eskiden sütçü Sait'in yeriydi orası, süthanesi vardı onun orda, sonra onun yerine bir tavukçu açıldı oraya, işte o tavukçunun arkasındaki kokoreççiden kokoreçlerini alıp, yolu geçip bana gelen ve kucağıma oturan gençlere açardım ellerindekini yiyen, aralarında şakalaşan, kakara kikiri yapan bir dolu yaşam şelalesi, mahallenin yeni yetmelerine. Hayatımdan hoşnuttum, hiç gıkım çıkmazdı genelde. Ama bazı zamanlar çok içerler, dillenemediğime çok yanardım; hani bazı gençler vardır, adam olmayı eline bir çakı veya bıçak alıp, bir bankı oymayı ve kesmeyi eşdeğer tutarlar; genellikle de şu Amerikan işi, sonradan çıkan, dağcıların kullandığı çakılarla yaparlar bunu. İşte o zaman içim ağlardı, unuturdum güzellikleri, dillenemediğime lanetler yağdırarak, sessiz sessiz lal bir isyan taşardı yüreğimden. Kiminiz zevk olsun diye, kiminiz üzüntüsünden, kiminiz de sevdiğinin adını paylaşmak için cümle alemle, sanki cümle alemin çok umurundaymış gibi onun sevdiğinin adı, sanki dört gözle onun o adı afişe etmesini bekliyorlarmış gibi, oydu, kesti oramı, buramı. Ne çok içim yanardı bilseniz o zaman. Tertemiz boyanıp da buraya bırakıldığım ilk gençlik günlerim gelirdi hayalime hemen, bana yapılanlardan sonra alıp başımı kaçmak isterdim buralardan, sanki ayaklarımın yürüme gücü varmış gibi de sonra boynum bükülür oturup kalırdım olduğum yerde, bir müebbet mahkumu olduğumu hatırlayarak. Siz, kendini yollara vurmuş bir bank gördünüz mü hiç? İşte bu misal benimki de, çekip gitme şansımın olmadığını kavrayıp, içime kapanır, ığıl ığıl ağlardım bu kadar çok incitilmekten, yüreğim isyan bayraklarını çekerdi için için, sessiz, lal bayraklardı bunlar, kimselerin duyamadığı.

Bir gece yarısından sonra, ellerinde yemekte oldukları kokoreçleri, iki genç geldi oturdu kucağıma, biri esmer, diğeri sarışına yakın kumral, kumral olanın yaşı küçük, belli, ama esmer olandan daha boyluca, esmer olan daha kabaca bir çocuk olmakla birlikte. Kokoreçlerini bitirince, aralarında konuşmaya başladılar, mahallelerinde bir yeşil alan varmış ama oturacak bir yer yokmuş, anlatıyorlardı birbirlerine, çözüm bulmak üzere. Birden birbirlerinin gözlerinin içine bakarak, dudaklarını kıpırdatmadan, anlaştılar aralarında ve beni süzmeye başladılar, yine hiç konuşmadan bir daha birbirlerine baktılar, hala konuşmuyorlardı, ama her ne olmuşsa, ikisi de aynı anda aynı şeyi düşünmüşcesine, giriverdiler koluma ve kaptıkları gibi kaldırdılar beni ve birlikte bir yolculuğa çıktık. Yeni yollar, yeni ağaçlar, yeni evler gördüm giderken onlarla, gece yarısı olduğundan, seyrek de olsa arabalar da geçiyordu yanımızdan. Bir müddet yol aldıktan sonra yorulup, soluklanmak üzere beni yere bırakıyorlar ve kucağımda dinleniyor, biraz sonra yine yola koyuluyorduk üçümüz birlikte. Böyle birkaç kez dinlene dinlene bir üç yol ağzına geldik, bulunduğumuz yol devam ediyor, bir kolu da aşağıya iniyordu. Tam bu yolun ayrılma noktasında, yeşillikten, muska gibi içinde birkaç ağacın bulunduğu küçücük bir park vardı. Bu parkın tam ortasına yerleştirdiler beni, bazı yerleri parça parça, amatörce beton dökülmüş, bazı yerleri de kazma kürekle düzeltilmiş, mini minnacık bir park.

İşte bu son birkaç yılımı bu minyatür parkta geçirdim, iyi ve kötü bir çok şey yaşadım ben bu insanların arasında. Öyle sırlar paylaştım ki, taş olsa çatlardı yerimde, ama ben çatlamadım, bu gençler her şeye rağmen iyi bakıyorlardı bana, çatlamamalıydım, onlara vefa borcum vardı.

Bazen geceler, bu çocuklar evlerine girdiklerinde, hastahane yakın olduğundan, hastahane dönüşü soluklanma molası veren nice hasta yakınlarına, nice ayyaşlara, nice kendini bilmezlere açtım kucağımı, kimselere isyan etmeden, gıkımı çıkartmadan. Ama artık yolun sonuna geldim besbelli, bak Belediye'nin işçileri iki taze bankın yerini hazırlamaya başladılar, benim olduğum yere değil, karşıma koyacaklar anlaşılan bu iki gencecik bankı. Hiç böyle olacağını düşünmemiştim, yaşlanıp, burada öleceğimi sanırdım, ama daha can vermedim ya, can vermediğim halde, yerime yenilerini getirdiler ya, galiba kıskandım. Son bir daha burada yaşadıklarımı hatırlayıp, vedalaşmalıyım artık.